Şefkat deyince çocuğuna sevgiyle dokunan bir anne görseli gelebilir aklınıza. Ya da birbirine kocaman sarılan iki arkadaşı hayal edebilirsiniz. Evet bunlar birer şefkat örneğidir. Fakat şefkat yalnızca bir başkasından gelen ya da başkasına gösterilen bir durum değildir. Şefkatin en büyüğü insanın kendi kendisine gösterebildiğidir. Bir diğerine muhtaç olmak yerine kişinin kendini doyurabildiği, anlayabildiği, anlayışıyla kucak açabildiği haline biz öz şefkat deriz. Öz şefkat, kendimize bütün hatalarımızla ve olduğumuz halimizle kucak açmamızdır.
Bir insanın en önemli ilişkisi kendisiyle olan ilişkisidir. Bu nedenle aslında en çok kendimiz tarafından sevilmek ve takdir edilmek isteriz. Düşünsenize, size sizden fazla kim şahitlik etti tüm ömrünüz boyunca? Tüm acılarınızı, ayıplarınızı, utançlarınızı ve mutluluklarınızı kendinizden iyi kim bilebilir ki! İnsanın en büyük şahidi kendidir. Kendi hayatımıza baktığımız bu noktada en çok da kendimizi görüşümüz ve sevip sevmeyişimiz, yaşamımızı ve yaşama bakışımızı etkiler. Bizler, iki kemik bir et parçası insanoğlu, iyisiyle kötüsüyle kendimizi seviyor muyuz? Aynaya baktığımızda gördüğümüzde anlaşabiliyor, ona gülümseyebiliyor muyuz? İşte asıl soru bu. Ve bu soruya verdiğimiz cevap bizi ya huzurlu kılıyor ya da dünya hayatında cehennemi yaşatıyor.
Kendimize öz şefkat gösterebiliyor muyuz?
Öz şefkat özellikle bizim toplumumuzda oldukça nadir karşılaştığımız bir durum. Freud un tanımlamasıyla süperegonun, yani toplum kuralları ve otorite kavramlarının hâkim olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Ne yapsak bir başkasını hesaba katarız. Aynı zamanda ne desek hemen bir eleştiriyle ya da yargıya karşılaşabiliriz. Çünkü etrafımız yapma, etmelerle doludur. Bu ayıptır, bu günahtır. ‘Ona şunu yapma yazıktır’ derken bir kendi kalmaz geriye. Yani başkalarının fikirleri ile o kadar doludur ki yaşamımız bize ait, biz olan bir benliğimiz kalmaz. Daha çocukken en tabi sorularımız dahi ayıp diye suçlanarak geri püskürtülmüştür. Bu durumda aynen toplumun bize zamanında yaptığı gibi bizimde kendimize karşı yaklaşımımız da hep eleştirel ve yargılayıcıdır. En çok kendimizi anlamadığımız bir zamanda bizi başkalarının anlamasını beklemek neredeyse imkansızdır. Ancak hep bu beklenti içinde kendimizi kaybederiz.
Biz kendimizi sevmezsek tüm dünya sevse de doymayız!
İnsan olmak kusurlu olmaktır. Fakat biz bu gerçeği çoğu zaman görmezden geldik. Ve bir başkasına söylemekten çekineceğimiz ağırlıktaki ve kötülükteki sözleri hep kendimize söyledik. Siz haklı olsanız bile misafirlikteyiz diye komşu çocuğuna kızmayan ve sizi azarlayan büyüklerimiz bize hep haksız hissettirmiş olabilir. Bu yüzden çoğunlukla bırakın kendimize şefkat göstermeyi kendimize karşı çoğu zaman acımasız davranıyoruz. Peki gerçekten hak eder miyiz bu kadar acımasızlığı? Elbette ki hayır! Böyle bir haksız dengeyi ve acımasızlığı kimse hak etmez.
Kendimize gösterdiğimiz bu acımasızlığı kendinize şu soruyu sorarak fark edebilirsiniz;
Bir başkası bir hata yaptığında ona karşı acımasızca bir tavır takınıldığında nasıl hissederdiniz?
Eğer başkası için bu acımasızlığı kabul etmiyor da kendinize yapmayı reva görüyorsanız tam olarak bahsettiğimiz için kendinin en büyük belası olan bir tutumdasınız. Başkasına gelince çiçek dağıtan adaletiniz kendinize gelince vicdansız bir hâkime dönüşüyor ve kolayca asıp kesebiliyorsunuz. Bu sizin bir diğerine verdiğiniz değerle kendinize verdiğiniz değerin farklılığından kaynaklanıyor. Halbuki sizin de bir diğerinden farkınız yok ve bir insan olarak hata yapabilir bir varlıksınız.
Kendimize nasıl öz şefkat gösterebiliriz?
Kendime nasıl şefkat gösterebilirim ki diyebilirsiniz. ‘Ne yani kalkıp kendi başımı mı okşayacağım, kendime mi sarılacağım’ diye sorabilirsiniz. Evet tam olarak olmasa bile buna benzer şeyler yapacaksınız. Biz şefkat vermeyi sandığımızdan çok daha iyi biliyoruz. Sevdiğimiz biri acı çektiğinde ona ne söylersek, nasıl yaklaşsak iyi gelir çok iyi biliyoruz. İşte kendimizin de tam olarak buna ihtiyacı var. Bazen kendimizi sarmaya, bazen kendimizi tebrik etmeye bazen ise seni seviyorum demeliyiz.
Bir kelebeği severken onun bir gün sonra öleceği gerçeğini düşünmeden sevmemiz gibi, ya da bir kediye şefkat gösterirken onun bizi tırmalayabileceği gerçeğini hesaba katmadan onları sevmemiz gibi kendimizi de sevmeliyiz. Evet bizlerde hata yapabiliriz. Önemli olan iyisiyle kötüsüyle kendimizi kabul etmemizdir. Çünkü biz kendimizi kabul etmezsek kimsenin etmesi bizi memnun da etmez doyuramaz da.
Eğer siz de öz şefkate bir şans vermek isterseniz bir dahaki sefere acı ziyaretinize geldiğinde ondan kaçmak, onu dönüştürmeye çalışmak veya acı çektiğiniz için kendinize kızmak yerine belki bu üç şeyden yararlanıp, elinizi götürüp kalbinizin üzerine, acınıza da yüzünüzü dönüp, kendinize “şu an zor bi an” kendime nasıl yardımcı olabilirim diye sorabilirsiniz. Bu soru yumuşak olduğu kadar cesurdur da aynı zamanda. Çünkü acının varlığını kabul etmek, ona yer açıp onunla birlikte harekete geçmek cesaret gerektirir. Öz şefkat, hem özgürlük hem esarettir. Öz şefkat herkesin acı çektiği, acının kaçınılmaz olduğu bu hayatta kendi kendimize destek çıkmaktır Kendinizin elinizden tutmaktır. Başkasını aramak yerine kendine sahip çıkmaktır. Hiç eskimeyen ve her zaman burada olan bir destekten bahsediyoruz.
Öz şefkatin yararları nelerdir?
- Öz güveni arttırır
- Mutluluk seviyesini yükseltir
- Yaşamdan alına tatmini arttırır
- Büyük bir motivasyon kaynağıdır
- Bir diğeriyle olan ilişkileri iyileştirir
- En önemlisi sizi iyileştirir
- Daha az psikolojik problemler yaşanır (çökkünlük, kaygı problemleri gibi)
- Daha az mükemmeliyetçi tutumlar
Tüm bu güzel sonuçlar kendimize öz şefkat gösterebildiğimizde mümkün oluyor. Mucize gibi değil mi? İnsan kendini anlayınca ve sevince birçok şey değişebiliyor.
Kendinizi sarın!
Şefkat gösterilmeye değersiniz. En çok da kendiniz tarafından. Şimdi koyun elinizi kalbinize. Seni görüyorum deyin kendinize. Sıcacık olan eliniz ısıtsın kalbinizi. Çünkü o oksijen maskesine önce kendinize takmazsanız kimseyi kurtarmazsınız. Önce kendimizi görmeli, sevmeli ve şefkat göstermeliyiz ki bir diğeri de görsün bizi.